Şöyle bir nefes alıp ofisteki sandalyeme iyice bir yaslanıyorum. Sandalyenin sırtını arkaya hafif yatacak şekilde ayarlamışım. Yüksekliği de fena değil. Yumuşak da bir sandalye bu, konforlu. İnsanların koltuklara, makamlara bu kadar sıkı sarılmalarının sebeplerinden birisi bu olabilir mi? Her neyse, koltukta kaykılmışım, ayaklarımı da uzatmışım ileri doğru…
Yaz mevsimi Ankara’da çok can yakmadan geçiyor. Halbuki bu yaz canımız çok yandı. Hem gözler biber gazından, hem yürekler ölümlerden ve adaletin yok olduğunun ispatı mahkeme kararlarından. Ofiste gözlerimi kapatıp birkaç saniye, bu hayat denilen dev makinanın nerelerinde olduğumu düşündüm. Hangi dişliyi sıkıyorum, hangi manivelayı yağlıyorum, yoksa ben bizzat kendim bir dişli miyim ya da kurma kolunun önde gideni miyim? Her neysem neyim. Şu an uzaklara dalmış gitmiş birisiyim. Fazlası değilim. Avluda, güneşin altında oturan, huzurunu eşeleyen bir mahkumum. Ofisin açık camından giren esintiye sandalyesinin sırtını sörf tahtası yapmış sanal bir tatilciyim.
Açık camdan sadece esinti girmiyor. Atatürk bulvarının araç uğultusu, lastiklerin asfalttan çaldığı gıcırdamalar, bir de az ilerideki Sıhhiye köprüsünün telaşesi…
Açık camdan sadece bunlar da girmiyor. Girdiği anda beni çok mutlu eden o ses de arz-ı endam ediyor devrilip kaldığım sandalyemin yanı başında. Bir lokomotif Yenişehir istasyonuna yanaşıyor! Raylarda, traverslerin üzerinde kimse var mı? Ne işiniz var kardeşim orada dercesine düdüğe asılıyor makinist. Babacan ve kalender olmasını beklediğim tüm makinistler gibi. Hiçbir dolmuşçu, taksici, kamyoncu gibi değil. Sakin ve kontrollü. Kayarak ilerleyen dev bir bıçağın, ha deyince durmayacak dev bir giyotinin üzerinde. Çocuğunun tırnaklarını kesmeye yeltenmiş bir baba gibi, derin kesmemek için saatlerce uğraşan. Tırnağın bile dönüşü var da trenin yok…
Lokomotifin sesini duyuyor, bu tanıdık sese “hoş geldin” diyorum. Bu sese, ardındaki insanlara, altın sarısı kanatlara, mavi lacivert formalara… Bu ses ile kanıma umut zerk ediyorum yeniden. Mahalle aralarından akıp gelen lacivert gölgeli masmavi bir nehir dolaşıyor gözlerimin önünde. Kana kana içiyorum eğilip, yılların susuzluğu var, yılların hasreti var çünkü. O kadar zamandır hasretim ki, hiç büyümez dediğim, özlemeye fırsat bulamadan kavuşurum dediğim şey büyümüş, reşit olmuş.
Bir istasyon daha ileri gitmek için atlayıveriyorum gelen lokomotife. Yalın yapıldak, bavulsuz denksiz, sadece benim gibi nefes alanlarla biniyorum. Lokomotifin içinde, makinistin yanı başında, tren yollarının gittiği yerleri görmeye…
Yine yeniden mavinin lacivertin peşinden gitmeye…
Yorumlar